13 Mayıs 2014 Salı

KUKLA CUMHURBAŞKANI


   Tüm yurt olarak kazananın belli olacağı fakat değişenin ne olacağı pek belli olmayan bir seçim dönemine giriyoruz. 3 Kasım 2002'den beri her seçim döneminde kazananın belli olduğu ve değişimin de önceden az çok kestirilebileceği seçim dönemleri yaşadık, fakat önümüzdeki iki seçim ülkenin en önemli iki koltuğunun sahibinin değişmesine gebe. İncelenmesi gereken en önemli konu ise her seçiminde ülkenin krize sürüklendiği cumhurbaşkanlığı koltuğu.

   2007'de ki seçimde Tayyip Erdoğan AKP'si yine çok önemli bir stratejik hamle yaparak kukla başbakan yerine kukla cumhurbaşkanı seçimine gitti. Zaten kuruldukları dönemden bu yana her dönemden güçlü çıkmalarının en büyük sebebi kritik anlarda stratejik açıdan çok doğru hamleler yapmalarıdır. Tayyip Erdoğan her kriz dönemini hem mağdur edebiyatını çok iyi uygulayarak hem de stratejisini sağlam temelli kurarak atlatmıştır. Bir başka önemli Erdoğan hamlesi ise bir olay olmadan önce kamuoyu tepkisini ölçmek ve kamuoyunu meydana gelecek durumlara karşı hazırlamak olmuştur. Eğer dikkat ederseniz, AKP yapacağı her büyük değişiklikten önce bunu medyaya açıklar ve tepki ölçer. Bunu bazen ilk ağızdan, bazende off the record yapar.

   Hatırlarsanız 2002'de ki seçimden sonra genel başkan Erdoğan olmasına rağmen başbakan Abdullah Gül olmuştu. Evet Erdoğan siyasi yasaklıydı ve başbakan olamazdı fakat o başbakan olana kadar, daha yumuşak başlı ve uysal olan Gül, halkı ve kamuoyunu AKP politikalarına ve düşüncesine alıştırmıştı. Hazırlanan bu ortamdan sonra Erdoğan kendisini bekleyen koltuğa oturmuştu. Aynısı cumhurbaşkanlığı seçimlerinde de yapıldı. Erdoğan 2007'de ''Çankaya'ya ben çıkacağım'' deseydi, tek bir kişinin gıkı çıkamazdı. Ancak o Gül'ü aday göstererek gelecekte oturacağı koltuk için kamuoyunu bir kez daha hazırlama yoluna gitti. Bunun bir başka sebebi de var tabii, Erdoğan Çankaya'ya çıktığında başbakanlık koltuğuna kim oturursa otursun, yapacağı Özal döneminde ki Yıldırım Akbulut'tan farklı olmayacaktı. Yani kukla bir başbakan daha görecektik ve ANAP sendromunu bir kez daha yaşayacaktık. Erdoğan AKP'si ise çok doğru bir strateji ile madem bir kukla koyacağız bunu başbakanlık gibi yetki alanı çok geniş olan, çok aktif olunması ve anlık karar verilmesi gereken başbakanlık koltuğuna değilde, daha çok emeklilik yeri gibi görülen cumhurbaşkanlığı koltuğuna koyalım dedi. Böylece Erdoğan'ın karizmasından faydalanmaya devam ettiler. Açık konuşmak gerekirse özellikle şu son süreçte yaşanan krizlerin altından da Erdoğan'sız kalkamazlardı.


   Gül'ün reisi cumhur koltuğuna oturmasının başbakana en büyük dezavantajı ise cemaatin bu kadar büyümesi oldu. Cemaatin gücünü arkasında hissetmek isteyen Gül, başbakanın çok da hoşnut olmadığı atamalar yaptı, tavizler verdi. Başbakan da istemese bile, nasılsa bize yakındırlar diyerek bu tavizlere ses çıkarmadı. Cemaatle gelinen bu noktadan sonra Gül cezasını cumhurbaşkanlığı koltuğunu kaybederek ödeyecek. Erdoğan ise mücadelesini, cemaate karşı cumhurbaşkanlığı koltuğunda yapacağı atamalar ve alacağı kararlarla verecek. Tabii cumhurbaşkanı bile olsa mağdur edebiyatından da vazgeçmeyecek. Bu saatten sonra Abdullah Gül'ün en azından belli bir süre siyaset sahnesinden çekileceğini düşünüyorum. Erdoğan sonrası gelecek başbakanın ise Yıldırım Akbulut gibi olmasa da çokta aktif olabileceğini düşünmüyorum. Bu kadar uzun süreli iktidar olmuş liderler her zaman yönetebileceği insanlar isterler. Kendisine rakip olabilecek potansiyelde ki tüm lider adaylarını şu ve ya bu şekilde ortadan kaldırdıkları için, kendilerinden sonra lider bulmak oldukça güçtür. Neler olacağını yaşarak göreceğiz, Allah sonumuzu hayır etsin...

12 Şubat 2014 Çarşamba

Görünmeyen Düşman Yaratmak


   Şunu hiçbir zaman unutmayalım, iktidarlar yaşamak için düşman yaratmak zorundadırlar. Bu siyasetin en temel kanunudur. İnsanlara korkacağı bir şey göstermelisiniz ki, sizin yanınızda yer alsınlar size daha çok bağlansınlar. 
      Aslında sıcak savaş döneminde böyle bir şeye gerek yoktu çünkü düşman apaçık ortadaydı ve savaş alenen yapılıyordu. Halkın kendisi zaten savaşın bir parçasıydı ve bunun için belki istemese de devletinin yanında yer almak zorundaydı. 2. Dünya Savaşı sonrasında ise alışılagelmiş sıcak savaş yerini soğuk savaşa bırakıyordu. Peki ne demekti bu soğuk savaş, birbirlerine cephe alan Amerika ve Rusya artık cephede savaşmayacak, cephe savaşları yerini istihbarat savaşlarına bırakacaktı. Bunun yanında bu iki devlet ve kendileriyle hareket eden ülkeler arasında siyasi ve askeri gerginlik devamlı olarak sürecek, bu iki grup birbirini yıpratmak için her şeyi yapacaktı. Şimdi asıl sorulması gereken soruyu soralım, böyle bir savaşın galibi olabilir mi?
   Soğuk savaş döneminin başlangıcına, yani son Dünya Harbi sonrasında yapılan Yalta Konferansına kadar tüm Dünya insanının aklına savaş deyince tek bir resim gelir. İki devlet savaşır ve sonunda yalnız biri kazanır, biri ise muhakkak kaybetmek zorundadır. Bazen iki tarafında kaybettiği olmuştur fakat hiçbir zaman iki tarafında kazandığı olmamıştır. Peki öyleyse bu soğuk savaşta nasıl oluyor da hiç kimse kaybetmiyor, bunun adı da en nihayetinde soğukta olsa savaş değil mi? İşte Yalta'da pazarlanan en iyi düşünce bu iki devletin aslında düşman olduğu fikridir, yoksa koca bir Dünya Savaşı'nda müttefik olan bu iki devletin birdenbire birbirine düşman olduğuna kim inanırdı. Kabul etmek gerekir ki bu devletler insan zihniyle çok güzel oynuyorlar. Şimdi isterseniz neden bu yola başvurulduğunu tartışalım. En başta dediğim gibi devletler düşmanlarıyla yaşar. Düşmanınız ne kadar büyükse, arkanızda ki destek de o kadar büyük olur. Hemde bu destek size hesapsız verilir. Tıpkı Amerika 11 Eylül sonrası yeni düşman olarak İslam'ı seçtiğinde, Irak'a girerken kimseye hesap vermediği gibi. Çünkü düşman belli ve amaç belli, amaç güya Amerikan halkının güvenliği. Söz konusu bu olunca da kimseye hesap vermeye gerek yok tabii.
   Bakmayın aslında bu soğuk savaş Amerika'dan daha çok SSCB'nin işine gelmiştir. Kendi halkının gözünde Amerika gibi büyük bir düşman olgusu yaratmasa komünizmi nasıl yaşatabilirdi onlarca sene, yaptığı hiçbir şeyin hesabını vermeden. Şunu da açıkça belirteyim, ''Sovyetler kaybetti ve dağıldı, işte bu savaşında bir kaybedeni var'' yanlışı içine düşmeyin, zira savaş kaybeden hiçbir ülke 10 sene içinde Rusya gibi bir süper güç doğuramaz. Sen savaş kaybedeceksin ve hala Dünya'nın kaderini etkileyecek enerji kaynaklarına yani güce sahip olacaksın. Kimseye inandıramazsınız bunu.
   Şimdi gelelim bizim ülkemize. Bizde AKP iktidarına kadar hiçbir iktidar böyle bir uygulamanın içine girmemiştir, girse de bunu bilinçli ve stratejik yapmamıştır. Zaten soğuk savaş bitene kadar bizim düşmanımız belliydi fakat bu düşmanı bizim iktidarlarımız hiçbir zaman bu tarzda kullanmadılar. AKP iktidarı geldiği ilk günden beri çok akıllıca hamlelerle sürekli kendine düşman yarattı. Askeriyesi, yargısı, solcusu ve en son cemaati. Bunlar aslında hükümetin ayakta kalmasının en önemli sebebi fakat nereden çıktı bu faiz lobisi, dış mihraklar. AKP artık çok farklı bir stratejiyle ilerliyor. Bugüne kadar iktidarlar hep düşmanlarını kendi halkına göstererek korkuturlardı. Ortaya somut bir düşman koymadan halkın gerçekten korkmayacağını ve bunun da işlerine gelmeyeceğini düşünürlerdi. Şu anda ise AKP'nin yarattığı bu soyut düşmanların halkın gözünde daha korkunç hale geldiğini görebiliyoruz. Kabul edelim ki, halkın nazarında görünmeyen düşman görünen düşmandan daha ürkütücü. Hesap tuttu.

13 Ocak 2014 Pazartesi

AK Parti'nin Yerine CHP mi Hazırlanıyor?


    Son günlerde yaşanan gelişmeler, ortaya çıkan AK Parti-cemaat çatışması ve bunun sonucunda tarafların açıklamasıyla oluşan gergin ortam herkesin malumu. Fakat bana göre asıl dikkat edilmesi gereken konuyu, bu tartışmaların yoğunluğunda kaybediyoruz. CHP'nin bugüne kadar görülmemiş bir stratejiyle yaklaşan yerel seçimlere hazırlanması.

   CHP'nin stratejisi nedir, nasıl ve nereden hazırlanmıştır sorularına geçmeden önce dikkat çekmek istediğim bir husus var. AK Parti'nin iktidara geliş sürecini hepimiz az çok hatırlıyoruz. Kriz sonrası, o dönem ki siyasi partilerin işlevini kaybetmesi sonucunda halkın belediye başkanlığı döneminde takdirle karşıladığı, belediye başkanı olarak yaptığı hizmetleri bugün bile anlatılan sayın başbakanın önderliğinde kurulmuştu AK Parti. Yerel seçimlerde ki başarısı da ona ve partisine genel seçimlerde çok büyük bir başarı kazandırmıştı. Bugüne kadar da AK Parti'nin bu kadar güçlü bir şekilde ayakta durmasının en önemli sebeplerinden biri olarak yerelde ki başarısını gösterebiliriz.

   Şimdi gelelim CHP'nin stratejisine. Kılıçdaroğlu'nun genel başkanlığa nasıl geldiği herkesin malumu. Bir kaset skandalı sonrası oturduğu genel başkanlık koltuğunda yaptığı ilk icraat DERİN CHP'ye savaş açmak oldu. Partinin o güçlü ve derin örgütlenmesini çökerttikten sonra adım adım partiyi sağa yaklaştırdı ki zaten o yapıyı çökertmeden partinin sağa yaklaşması mümkün değildi. İlk olarak genel seçimlerde sağ cenahtan gösterdiği adaylar parti içinde çok fazla anlaşılamasa da bu yeniliğe ses çıkartılmadı. Bunun gerçek bir strateji olduğunun farkına varmamız ise yerel seçimler için belirlenen adaylar sonrasında oldu. İstanbul ve Ankara adayları gerçekten üzerinde düşünülüp, tartışılması gereken isimler.

   Önce Ankara kesinleşen isim üzerinde duralım, Mansur Yavaş. Mansur Bey, sağ seçmen arasında sevilen hatta gelecekte MHP Genel Başkanı olarak düşünülen bir isimdi. CHP'yle adının aynı cümle içerisinde bile anılması abesle iştigaldi. Fakat ana muhalefet bütün tabularını yıktı, genel başkan teklifi bizzat kendisi iletti ve Mansur Yavaş çekincelerine rağmen CHP Ankara adayı oldu. CHP iktidar olabilmesi için sağdan oy alması gerektiğinin yeni mi farkına varmıştı, yoksa bu strateji okyanus ötesinde mi kurulmuştu bilemiyoruz.

   Ondan önce ise Mustafa Sarıgül'ün İstanbul adaylığı kesinleşti, malumun ilanı oldu. CHP'nin İstanbul adayı için eski MHP'li ve ya merkez sağdan bir isim aramasına gerek kalmadı. Çünkü elinin altında tam da aradığı gibi bir aday vardı. Sarıgül her ne kadar kendini sosyal demokrat olarak tanıtsa da sağ kesime de hitap eden bir isimdi. Fakat aynı Sarıgül'ün geçmişte oturmak için savaştığı ve geri döndüğünde de eninde sonunda oturmak isteyeceği koltuğun genel başkanlık olduğunu Kılıçdaroğlu bilmiyor mu? Peki bile bile niye lades o zaman sorusunun cevabını yine kendisi verdi ''Gerekirse koltuğu Mustafa Sarıgül'e devreder giderim.'' Zaten Sarıgül'ün de kurduğu Türkiye Değişim Hareketi'ni anketlerde % 10'a yakın oy potansiyeli görüldüğü halde, Kılıçdaroğlu CHP'nin başına geçtiği için partileştirmediğini anlamakta güçlük çekmiştik. Sorular bir bir cevabını buluyor.


   Peki bu kadar ince hesaplar; CHP'nin hem sağa, hem cemaate yakınlaşması, yolsuzluk operasyonları ve CHP'nin iktidara gelebilmek için yerel seçimlerin önemini kavrayarak sağa yakın adaylarla yola çıkması sadece CHP'nin oluşturabileceği bir strateji mi? Cevap sizin...